İki Kırmızı İki Beyaz ve Bir Sarı

 

            Gecenin bu saatinde, yastığımın altına kaçmış birkaç damla gözyaşının peşine düşemeyeceğim sevgilim. Ben seni düşüneceğim.

           Evet, haklısın, elimde beş gül vardı; ikisi kırmızı, ikisi beyaz ve birisi sarı. Sabahın erken saatleriydi, kimselere bakmadan, gözüm önümde, sahile kadar yürüdüm, -sen de bilirsin hep öyle yaparım- her zaman oturduğum banka oturdum. Oturunca denize, kumlara, biraz da elimdeki güllere baktım. Sonra gözlerimi kapadım, sesleri dinledim. Arka yoldan geçen arabaların, martıların, vapurun,  simitçinin sesini duydum, bir de uzaktan seslenen bir çocuk; “anne” mi demişti? Demişti galiba, ya da “baba” dedi bilemiyorum. Her ne dediyse ne fark eder ki; çocuk varsa bir annesi vardır, bir de babası da değil mi?

           Babası mı dedin sevgilim? Vardır herhalde. Vardır vardır, çocuk varsa muhakkak bir babası vardır…

             İşte böyle elimde beş gül, -dediğim gibi ikisi kırmızı, ikisi beyaz, biri sarı- seni bekledim. Ne kadar bekledim bilmiyorum ama sen ne geldin ne de geçtin. Simitçi geçti, birkaç genç, birkaç kadın, birkaç erkek, yalnız başına gezen insanlar geçti ama sen geçmedin ya da geçtin ama ben görmedim. Sahi sevgilim geçmedin değil mi? Çünkü yanımdaki adam “geçmiş olabilir” dedi.

            Kim mi? İşte o adam, seni beklerken yanıma gelip oturan.  Benden yaşlı görünüyordu, beyazlaşmış, alt kısımları kıvrılmış dalgalı saçları vardı. Sert rüzgârlara direnmiş, yosunlu kaya gibi görünen yüzünde kırışıklar ve çizgiler olan adam.

-          Merhaba, dedi.

-          Merhaba, dedim.

-          Nasılsınız? Dedi.

-          İyiyim siz nasılsınız? Dedim.

        Yüzünü ciddi bir şey söyleyecek gibi buruşturup, başını salladı, sonra da sustu. Bir süre birlikte sustuk. Doğrusu susmak için iyi bir insana benziyordu.

         Sevgilim hatırlar mısın; seninle de çok güzel susardık da sen bana hep derdin; “sen birlikte susmak için harika bir insansın” diye. Hala öyle mi düşünüyorsun?

         Ne kadar sustuk emin değilim, bir ara başını kaldırıp;

-          Bekliyor musun? Dedi.

-          Evet, ama nereden anladınız; öyle bakınca anlaşılıyor mu? dedim.

-          Evet, hem de çok net, “damdan düşenin halini damdan düşen bilir” dedi.

-          Şimdi anladım, peki siz ne zamandır bekliyorsunuz, dedim.

      Önce gökyüzüne baktı, sonra martılara, giden vapura, koşan çocuklara ve saatine baktı;

-          Çok olmadı. Yeni sayılır, bu eylül ayının dokuzunda, saat on biri çeyrek geçe on dokuz yıl olacak, dedi.

        On dokuz yıldır bekleyen, zamanı ayrıntılısıyla hatırlayan adama şaşkınlıkla bakıp, soru sormak isterken o benden erken davrandı;

-          Bu elindekiler de ne?

-          Gül, dedim.

-          Ne yapacaksın onları?

-          Gelince sevgilime vereceğim, tam da öyle değil aslında ama öyle sayılır, dedim.

-          Ne demek tam da öyle değil?

-          Hepsi ona değil, sadece ikisi ona, dedim.

Anlamış gibi başını öne eğip bekledi. Biraz daha sustuk. Sonra;

-          Ceset onlar, ceset tutuyorsun elinde, hem de bakayım; bir, iki, üç, dört, beş, evet beş ceset, dedi.

-          Anlamadım, diyecektim, diyemedim.  Benim de bazen böyle düşündüğüm aklıma geldi.

         Hatırlar mısın sevgilim; yine bu bankta otururken sana saksıda çiçek getirmiştim de sen gülmüştün. Ben de; “kesilmiş, kökünden koparılmış çiçekler birer ölü, birer ceset gibi geliyor bana, o yüzden sana getiremedim, gerçi saksıdaki çiçek de kafesteki kuş gibi ama en azından yaşıyor” demiştim. Sen yine gülmüştün; sonra da “çok tatlısın” diyerek yanağımdan öpmüştün.

         Bütün bunlara rağmen bugün ben beş gül aldım. İkisi kırmızı, ikisi beyaz ve biri sarı… Ölü olduklarını bile bile hem de. Kırmızı güller kendime, ölü iki aşk, iki sevgili, gönlümde taşıdığım iki ceset… Beyazlar senin için; biri saflığın ve temizliğin, güzelliğin, süzgün ve gülümseyen yüzüne, kırgın yüreğine, biri de erken giyilmiş beyaz elbiseye…

         Beyaz sana ne çok yakışırdı. Bir bulut gibi olurdun beyazlar içinde, ipeksi bir sesle yüklerdi sanki gövden, ben bir kanat olmak isterdim. Beyaz bir kanat, sana yetişip seninle uçmak isterdim. Seninle olmak, sende olmak, sende yok olmak isterdim. İsterdim de seni kirletmekten, kara bir leke gibi üstünde görünmekten korkar, en ücradan ama en derinden izlerdim seni.

         Sarı gülü tahmin ettin değil mi sevgilim? Tek bir sarı gül. Ne söylesem fayda etmeyecek biliyorum. Siyah gül olmalıydı belki. Kar üstüne düşmüş kardan adamın gözleri gibi kapkara. Karlar eriyip su olup aktığında bile affedilmeyen günah gibi yerde kalacak.

       Adamla epeyce sustuk yine. Ne zaman, nereye gitti bilmiyorum. Baktığımda yanımda yoktu. Ne kadar daha bekledim onu da bilmiyorum. Sanırım çok oldu ki; bir ara neredeyse seni unutup ölümü düşünecek oldum. Tıpkı dalından kesilmiş, koparılmış bir gül gibi, ufak ufak içimin kuruduğunu, rengimin solduğunu, kokumun uçup gittiğini düşündüm. Bir ürperti geldi içime. Korktum. Ölümden mi bilmiyorum, yoksa seni bekleyememekten mi? sonra denizden hafif bir rüzgâr esti, önce sarı gül kokusu, sonra beyaz gül kokusu getirdi, beyaz gül biliyorsun senin kokun, sarı, sarı ise, onu konuşamıyorum, biliyorsun…

        Sonra “baloncu” diye bir ses duydum. Rengârenk balonlara bağlı ipleri tutarak önümden uzun boylu, genç bir adam geçiyordu. Biraz ilerledi ve durdu. Bir çocuk “anne balon” dedi, ya da “baba” dedi, bilemiyorum, nihayetinde bir çocuk varsa, bir annesi vardır değil mi, bir de babası, sahi sevgilim var mıdır o çocuğun babası? Olmalı mutlaka olmalı, bir çocuk varsa babası olmalı…

        Bu sefer genç bir adam oturmuştu yanıma. Benden epeyce genç görünüyordu. Siyah gür saçları vardı. Onun da alnında derin bir iz vardı. Ama önceki adamınkinden biraz daha az. Bakışları daha bir keskindi, çizgileri biraz daha sertti. Elinde güller vardı. İki kırmızı ve iki beyaz gül, sarı gül yoktu. Bana baktı, ben de ona baktım, o konuşmadan ben söze başladım;

-          Sen de bekliyorsun galiba, dedim.

-          Evet dedi belli oluyor mu bakınca…

-          Evet, hem de çok net, hani bilirsin dedim; “damdan düşenin halinden… “

-          Anladım, dedi. “İki kırmızı gül kendinize galiba, iki beyaz da sevgilinize değil mi?”

-          Evet, doğru bildiniz, dedim.

-          Damdan düşen meselesi, dedi gülümseyerek.

         Sanırım bundan sonra sarı gülü soracaktı, çünkü ona bakıyordu, bu sorudan hoşlanmadığımı anlasın diye, ben de sarı güle baktım ve yüzümü üzgün bir ifadeye büründürerek başımı çevirdim. Ne kadar o yana baktım bilmiyorum. İşte her zamanki kadar diyebilirim, martılar uçtu yine, simitçi, baloncu, çocuk bağırdı, arkadan iki araba korna çalıp selamlaştı, vapur geçti ve ben döndüğümde genç adam yanımda yoktu. Sıkıldı da mı gitti, sevgilisi geldi de mi gitti bilmiyorum.

            Ben seni beklemeye devam ettim sevgilim, elimde beş gül; ikisi kırmızı, ikisi beyaz ve biri sarı…

            Birkaç martı kanat çırptı, balıklar zıpladı suyun yüzüne, rüzgâr kokunu getirdi karma karışık, karma karışık bir söz uçuşup suratıma çarptı. Gözlerimi kapadım. Yüreğim kabardı, aklıma eski günler takıldı, gözlerimi araladım, ayaklarım yerden kesilmiş, başımın üstünde rengârenk balonlar almış beni götürüyor, aşağıda çocuk anne balon diyor, simitçi simitlerini martılara atıyor, martılar simitleri kapıp gökyüzüne fırlıyor, sen misin bilmiyorum, bir kadın denize koşuyor, kıyıda durup çöküyor, ağlıyor mu bilmiyorum. Yaşlı adam beliriyor, kırmızı bir gül var elinde, genç adam görünüyor, bir kırmızı gül de onun elinde, kadının elinde iki beyaz gül, sarı gül küçük çocukta, birlikte yürüyorlar denize. Yavaş yavaş sulara giriyorlar, sulara yürüyorlar, sularda gömülüyorlar…

          Ben balonlara boynumdan bağlanmış çıkıyorum. Bulut yok, güneşe çekiyorlar beni, zehirli ışıklar bedenimi delip geçiyor. Ağlamak için gözlerimi arıyorum, gözlerim yok, ellerim yok, yüreğim yere düşüyor, çarpa çarpa, bağıracak oluyorum sesim çıkmıyor. Nice sonra bankta geliyorum kendime.

          Sevgilim bu rüya mı bilmiyorum. Hayal mi anlamıyorum. Biraz daha bekliyorum. Sonra çaresiz eve geliyorum.

        Yatağıma uzanmışım, yarın da seni beklemeyi diliyorum. Gelmen için değil üstelik. Hatta gelmenden o kadar çok korkuyorum ki; ya gelirsen diye ödüm patlıyor. “Gelmezsin değil mi sevgilim. Gelme sevgilim. Ben seni yarın da beklerim, öbür gün de, bir yıl sonra da, on yıl sonra da…”  

           Şimdi gecenin bu saatinde yastığımın altına kaçmış gözyaşlarımın peşine düşmek istiyorum. Müsaadenle sevgilim…

 

Eyüp yıldırım

02.06.2022

öykü AGE DERGİ 4. SAYISINDA YAYIMLANMIŞTIR 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Küçük bir veda

Benim Tanrım Sizin Tanrınızı Döver