GECE VE DEDEM

"Gece olunca kalın perdeler çekiyorlar camlara. Yalnızlıkları yine de bir yol bulup pençelerden sızıyor sokaklara. Köpeklerin sık sık havlaması bu yüzden" diyor dedem.

"Baksana evladım" diyor, "ne kadar da köpek havlıyor sokakta" perdesini usulca çekip bana bakıyor ve devam ediyor; "ve ne çok insan ağlıyor perdeler arkasında..."

Dedem bu saatlerde her zamankinden daha sessiz, daha düşünceli oluyor, uzun uzun bir noktaya bakıp kalıyor, bazen elinde tuttuğu çayı içmeyi unutuyor, bazen ağzında unuttuğu sigaranın külü bağrının beyaz kıllarına düşüyor da kendine gelmiyor. Sonra derin derin iç çekiyor. Geçen biraz da çekinerek bu halin nedenini sordum;

“Hastalar ve yaşlılar sevmez avlat geceyi” dedi, neden diye soramadım ama o birkaç cümle daha ekledi; “gençken kısacık gelirdi geceler, ne çabuk sabah oldu derdim, şimdi sabah olmak bilmiyor, geceler de ne kadar uzunmuş diyorum, hatta kısa yaz geceleri bile öyle uzun geliyor ki anlatamam. Şimdi sana gece bir soluk gibi geliyordur, bana da son soluk gibi geliyor, gırtlağımda düğümlenip duran son soluk gibi evlat” dedi. Sonra gülümseyerek başımı okşadı, uykun geldiyse yat istersen dedi” ben cevap veremedim, sadece kafamı salladım yatmak istemiyorum anlamında. Ben de bir sabah kalktığımda dedemi görememekten çok korkuyordum. Sanki her akşam son akşamımız gibi geliyordu.

Dedem sırtını duvara vermiş oturuyordu, ben de başımı bacaklarının üstüne koymuş yüzüne bakıyordum. Üzerindeki kareli gömleğin üstünde, gri bir hırkanın alt tarafındaki küçük cep üst kısmından sökülmüştü. Oraya elimi uzattım, ince bir ip parçası dikiş yerinden sarkıyordu. Onu tutup az çekeyim derken sökük biraz daha büyüdü. Dedem benim yaptıklarımın farkında değildi. O yine uzaklara dalmıştı. İpi az daha çektim, cebin neredeyse yarısı söküldü. Birden içime bir ürperti girdi. Sanki az daha çekersem cep komple düşecek, ceple birlikte dedemde daldan kopan yaprak gibi kopup ayağımın dibine düşecekti. Elimle ipi yerine yerleştirmeye çalıştım, içimden düşmemesi için yalvarıyordum. Sonra dedemin yüzüne baktım. Uzaklara dalmış gözlerinin altında çiğ damlası gibi gözyaşları vardı. Tam düşecekti ki farkına varıp gözyaşını koluna silip burnunu çekti.

Bundan sonrasını yalnız yaşamak istiyordu sanırım ki; “haydi kuzum, yatma vakti” dedi, ben duymazdan gelip başımı yüzünden çevirdim, bazen böyle zamanlarda gözlerimi de kapatırdım uymuş sansın da bana dokunmasın diye, onun için için ağlamasını dinlerdim. Bazen gözyaşları üzerine şıp şıp damlardı. Ben üzülürdüm elbette bu duruma ama hiç belli etmez uyuyor numarasına devam ederdim. Uyumadığımın belli olmasının mecburi yatağa gitme nedeni olacağını ve bir daha belki dedemin bana güvenmeyip uyumuyorum diye yanımda bu kadar rahat olamayacağını bilirdim. O damlalar evet beni üzerdi ama bir yandan da dedeme bu kadar yakın olmanın mutluluğunu yaşardım. O damlalar düştükçe ben biraz daha büyürdüm sanki, vücudumda başka bir şeyin yapamayacağı bir kuvvet, bir kudret peyda eder, bana güç verirdi, kemiklerim ve etlerin değilse bile duygularım büyür, gelişirdi.

“Dedenin hiç ağladığını görmedim” demişti bir keresinde babam, ama ben görmüştüm hem de defalarca. Galiba dedeler çocuklarına göstermediklerini duygusal yanlarını, merhametlerini sevgilerini, zayıflıklarını torunlarına çok daha rahat gösterebiliyorlardı. İşte babamın bir damla gözyaşını görmediği adam benim yanımda çok rahat ağlayabiliyordu.

O geceden başka bir şey hatırlamıyorum. Sabah yatağımdaydım. Evin içinde bir telaş vardı. Evde bizimkilerden başka insanlar da vardı. Evin için hüzün kokuyordu. Korku yayılıyordu evden içime, içinden eve, evden sokağa, mahallelere, kırlara bayırlara, dağlara hatta göklere… annem gelmedi aklıma, babam gelmedi, körpe badem fidanı gibi zarif narin kardeşim de gelmedi aklıma. “Dede” dedim, “dedem nerede?” insanların arasında hışımla sıyrıldım, aralardan geçtim, sanki dağlar aşıyor, vadiler geçiyordum, buza basıyor donmuyor, ateşe basıyor yanmıyordum. Dedem yoktu. Annem, babam, kardeşlerim de yoktu. Korku iyice sardı her yerimi, titremeye başladım, zangır zangır titriyor, ağlıyordum. Kimse beni duymuyor, duysa da umursamıyordu.

Beklediğim felaket gelip bulmuştu işte beni, en sevdiğimi alıp götürmüştü. Şimdi onu sakalları gibi beyaz kumaşlara saracaklar, kara toprağa koyacaklar, üzerine tahtalar yerleştirecekler ve tepeleme toprak atacaklardı. Babaannemde hepsini görmüştüm. Aynısını şimdi dedemle yaşayacaktım. O güzel dizine yatamayacaktım. Sakallarını sevemeyecek, içime ılık bir nefes giren sesini duyamayacaktım, nasırlı ellerinden tutup, bağda bahçede yürüyemeyecek, çakısıyla kesip soyduğu meyvelerden yiyemeyecek, yavrum, kuzum, evladım deyişini işitemeyecektim…

Bütün gücümü toplayarak bağırmak istedim, soluğum kesildi, ufak bir ses bile çıkaramadım. Bir dada bir dada denedim. Boğazımı sıkan ve beni boğan yumruğu son bir gayretle itip, ağlamaklı bir sesle; “dedeeeeeeeee” dedim.

Annemin telaşlı bir şekilde; “yavrum, kuzuuuum, rüya mı gördüm bir tanem” demesiyle kendime geldim. Gözlerimi açar açmaz; “anne dedem” dedim, “dedem nerede?” “Bahçede ceviz kütüğünün üstünde oturuyor kuzum” dedi. Bir şeyler daha diyecekti ya da dedi bilmiyorum, ben yerimden fırladığım gibi, yalın ayak bahçedeki dedeme koştum, kucağına atlayıp sarıldım. Sanki her şeyi anlamış gibi bir şey sormadı, o da bana sarıldı. Bir süre böyle durduktan sonra, kulağıma fısıldadı;

“Dere tarladaki armut olmuş diyorlar, ne dersin birazdan gidelim mi?” “Olur dedem” dedim fısıldayarak, “olur elbette, ama biraz daha böyle duralım olur mu?”

 

Eyüp Yıldırım

18 Nisan 2023

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Küçük bir veda

Benim Tanrım Sizin Tanrınızı Döver